HORUS'UN GÖZÜ- ANTİK MISIR MİTOLOJİSİNE GİRİŞ
Sayın çok kıymetli hocam Prof. Dr. Süleyman Kaynak'ın bilim adamı sıfatının dışında, asistanlığımdan beri örnek aldığım kişiliği, insanlığı, hocalığı, bize örnek oluşu, yol göstericiliği ve büyük ders vericiliğini biliyor ve hep saygıyla eğiliyordum. Birkaç köşe yazınızı okumuşluğum vardı, ancak bu denli derin araştırıcı kimliğiniz ile bizelere sunduğunuz bu derleme- gerçek hikayelerden oluşan kitabının profesyonelliğine şahit olduktan sonra sanatsal kişiliğinize olan hayranlığım kat ve kat arttı hocam.
Rol modeller evet bilinir ve hatırlanır.. Bilinçaltımıza işlerler.. Farkında olmadan hem çok hayranlık duyarız, hem de yaşamımızda öyle olmaya özen gösteririz.. Umarım hocam, birlikte çalışma şansına erişemesek bile, aynı toplantı masalarınızda oturduğumuzda bizden beklediğiniz özeni size gösterebilmişizdir.
Kitabınızdan alıntıları bizimle paylaşmayı kabul ettiğiniz için NORTHWAY olarak müteşekkiriz hocam.
Peki Horus kimdir? Önce onunla başlayalım.
Horus (Heru, Hor, Her, Har), Antik Mısır mitolojisinde gök tanrısıdır. Osiris ve İsis'in oğludur. Horus, şahin başlı tasvir edilir, bazı tasvirlerde firavunlar İsis'in kucağında sembolize edilmiştir. Bunun sebebi firavunların dünya üzerindeki Horus olduğuna inanılmasındandır. Firavunlar kendilerini Horus'un yeryüzündeki cisimleşmiş hâlleri olarak gördükleri için Horus, Antik Mısır'ın en önemli tanrılarından biridir. Firavunlar, Horus'un ismini kendi isimlerinden biri olarak alırlardı. Aynı zamanda Firavunlar Ra'nın takipçisiydiler, bu yüzden Horus aynı zamanda güneş ile de ilişkilendirilirdi. Güneş tanrısı olarak gösterilmesi yanında Osiris'in oğluydu. Mısır'ın farklı bölgelerinde farklı Horus varyasyonları konusundaki ihtilafı çözmek için en az on beş farklı Horus formu kullanılmıştır. Bu formlar ait oldukları soy ağacına bağlı olarak güneş ve Osiris tipi olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir. Eğer İsis'in oğlu olduğu söyleniyorsa, Osiris tipi; yoksa güneş tipi kabul edilmektedir. Güneş tipi Horus, Atum, Ra, Geb ya da Nut çeşitli tanrıların oğlu olarak adlandırılırdı.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Horus
Jeff Dahl - Yükleyenin kendi çalışması, CC BY-SA 4.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=3280569
Horus’un gözü, manevi anlamıyla, vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç âlemindeki her niyetini ve yaşamdaki her davranışını gözden kaçırmayan bu merhametsiz yargıcın keskin bakışını sembolize eder. Bu vicdanın 24 saat kapanmadan açık kalan gözüdür. Bu yüzden Güneş ve Ay, Horus’un gözleri olarak ifade edilir. Çünkü Güneş ve Ay’ın her ikisi nöbetleşe, gece ve gündüz insanın üzerinden eksik olmaz, Horus’un 24 saat açık kalan gözleri gibi. (Bu nedenle Horus'un gözü güneşle temsil edilen Ra'nın gözü olarak da ifade edilir.) Bu, vicdanın karşıtı olan nefsaniyetin hiç işine gelmez; nefsaniyeti ve kötülüğü temsil eden Seth de bu yüzden bu gözü çıkarmaya çalışmıştır. Antik Mısır mitolojisine göre, Horus sonunda bu gözünü babası Osiris’e vermiş ya da Osiris’in kullanımına bırakmıştır.
Horus’un gözü, biçimsel anlamıyla, Tanrı’nın "bir"liğini (tekliğini) matematiksel olarak gösteren bir semboldür. Bu anlam şöyle açıklanır: Bir bütün ikiye bölündüğünde 1/2 elde edilir. Bu da ikiye bölündüğü takdirde 1/4 elde edilir. İşleme bu şekilde hep ikiye bölme ile devam edilirse sırasıyla, 1/8, 1/16, 1/32 ve 1/64 elde edilir. Bunların tümü toplandığında ise 63/64 bulunur.
Buradan şu sonuç çıkar: Bir bütün, sürekli olarak ikiye bölünmeye devam edilirse, toplam değerde, sonsuzluk hariç, hiçbir zaman bire, birliğe ulaşılamaz; yalnızca Mutlak (Tanrı) bir’dir. Horus’un gözü “glifler” denilen parçalardan oluşur ki, bu altı parça, sırasıyla, 1/2, 1/4, 1/8, 1/16, 1/32, 1/64’ü ifade eder.
Kötülüğü temsil eden Seth, Osiris'i öldürür. Osiris'in oğlu Horus, intikam almak üzere Seth ile savaşır. Seth, bu savaşta Horus'un gözünü parçalar. Bu parçaları Toth bir araya getirirse de eskisi gibi çalışmayacaktır, o bu eksikliği büyü gücü ile tamamlar ve böylece göz eskisi gibi olur. Horus'un gözleri her daim dünyanın üstünde olan ay ve güneşi temsil eder, manevi anlamda vicdanın hiç kapanmayan gözüdür yorumu yapılabilir. Horus'un gözü çeşitli parapsikolojik durumlarda, arınma ve koruyucu tılsım amacıyla da aksesuar olarak kullanılmaktadır.
Mısır'ı yönetmek konusunda hırsları olan Seth, bir gece kardeşi Osiris uyurken gizlice kralın gövdesini ölçtü ve işçilerine, ölçülere uygun tahta bir kutu yapmalarını, bir sanat şaheseri olarak süslemelerini emretti. Daha sonra güzel bir ziyafet düzenledi ve salonun ortasına bu güzel kutuyu getirtti. Ona sahip olmak isteyenin içine girmesi gerektiğini, içine tam uyan kişiye onu armağan edceğini söyledi. Seth'in planladığı gibi davetliler hevesli bir şekilde sıralarının gelmesini bekledi. Sıra Osiris'e geldiğinde, kutuya girdi ve içine uzandı. Tam olarak uymuştu. Osiris tam kutunun içine yerleşmişken suikastçiler kapağı kapattılar ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan kralı hapsedecek şekilde kapağı çivilediler. Daha sonra kutuyu Nil'e taşıyıp suya attılar. Akıntı kutuyu, deltanın batısındaki papirüs bataklıklarına kadar sürükledi.
Kocasının öldüğünü duyan tanrıça İsis, Mısır'da her yerde kutuyu aramaya başladı. Sonunda Biblos yakınlarındaki papirüs bataklıklarına kadar gittiğini öğrendi. Oraya ulaşınca, mühürlü kutuyu aldı ve Mısır'a geri döndü. İsis Osiris'in oğlunu doğurdu zamanı gelince ve ona Horus adını verdi. Günün birinde Horus'un babasının intikamını alacağını umuyordu.
Günlerden bir gün Seth avlanırken tesadüfen İsis'in sakladığı kutuya rastladı. Kutuyu görür görmez tanıdı ve çılgın bir öfkeyle açıp Osiris'in vücudunu on dört parçaya ayırdı. Sonra da Mısır'ı dolaşarak Osiris'in parçalarını her yere dağıttı. Seth'in bu son oyunu üzerine İsis Nil nehri boyunca papirüsten yapılmış bir kayıkla sehayat etti ve Osiris'in gövdesinin parçalarını bulana kadar dolaştı. Nerede bir parça görse onu aldı. Gövdenin on dört parçasını da tamamladığında hemen işe koyuldu. Osiris'in kafasını, bedenini, kollarını ve bacaklarını, kalbini tekrar bir araya getirdi. parçaları balmumu ile birleştirdi, tatlı kokular ve merhemler sürerek büyük keten bir kumaşla mumyaladı ve gömdü.
Osiris bu şekilde gömüldükten sonra, Horus babasını yaşama döndürmek için üzerine düşeni yapmaya hazırdı. Tanrıça İsis'in Osiris'e yeni bir hayat verecek sihirli sözleri söylemesinden sonra ölü tanrı hayata döndü, nefes almaya ve kıpırdamaya başladı. Sonra Horus Wedjat'ı çıkardı, babasının ağzına koydu ve ondan gözü yutmasını istedi. Bunu yapar yapmaz Osiris çok daha güçlü bir hale geldi; konuşma, görme ve yürüme yeteneklerini tekrar kazandı. Ra'nın yardımıyla Horus Öteki Dünya'dan yeryüzündeki tanrıların dünyasına kadar ulaşabilecek uzunlukta bir merdiven yaptı. Hepsi birlikte tanrılara katılabilmek için tırmanmaya başladılar. Osiris tanrıların arasına katıldığında Ra onu tanrıların ve Öteki Dünya'nın kralı yaptı. Horus da babasının yerine Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı oldu.
Böylece Horus da tanrılar arasındaki yerini almış oluyordu.
Horus’un gözü, manevi anlamıyla, vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç âlemindeki her niyetini ve yaşamdaki her davranışını gözden kaçırmayan bu merhametsiz yargıcın keskin bakışını sembolize eder. Bu vicdanın 24 saat kapanmadan açık kalan gözüdür.
Bu yüzden Güneş ve Ay, Horus’un gözleri olarak ifade edilir. Çünkü Güneş ve Ay’ın her ikisi nöbetleşe, gece ve gündüz insanın üzerinden eksik olmaz, Horus’un 24 saat açık kalan gözleri gibi. Bu nedenle Horus'un gözü güneşle temsil edilen Ra'nın gözü olarak da ifade edilir.
Horus’un gözü ile ilgili dikkat çeken bir diğer ayrıntı ise insan beyni (talamus) ile arasındaki benzerliktir.
Horus’un gözünün altında bulunan kıvrımın, Tanrıya ulaşmak için kat etmemiz gereken yolu ve bu yolda göze almamız gereken zorlukları, alt bölümdeki göz yaşı şeklinin ise Tanrı’nın merhametini ve bize olan sevgisini simgelediğine inanılır.
Sayın Süleyman Kaynak'ın raflarda yeni yerini alan "HORUS'un GÖZÜ" bizi hem mitolojiye, hem de bir göz doktorunun gözünden çok kapsamlı araştırmalarla ortaya koyulmuş derin hikayelere götürüyor.
“Ne zaman yazılı bir metin okusam, o metnin zihnimde bir görüntü oluşturmasına önem veririm” der Marguerite Duras.
Süleyman Kaynak’ın Horus’un Gözü Anı-Deneme kitabı bu sözü kanıtlayan bir yapıt. Kaynak, göz olgusuna hem içeriden hem de dışarıdan bakabilen bir yeteneğe sahip. Bu yeteneğinde göz hekimi olmasının payı büyük elbette. Çok başarılı bir hekim olmasının yanı sıra iyi bakan, iyi gören biri olduğunu kanıtlıyor. Kaynak ve göz olgusu üzerinden mitolojiyi, tarihi, mekânları, kişileri sözcüklerle çiziyor, sözcüklerle zihnimizde görüntüler oluşturuyor.
Kaynak, bu görüntüler içinde gözden kaçırdığımız kişileri, o kişilerin yaşadığı ilginç olayları ve kentlerin, mekânların bilinmeyen anlarını, anılarını aktarıyor bize. Bu aktarımlarda mitolojiye, ülke ve dünya tarihine doğru yolculuğa çıkarıyor bizi.
Bu yolculukta kimi zaman hüzünlenerek, kimi zaman umutlanarak yaşadığı alanları tanımaya, algılamaya, sorgulamaya başlıyor insan. Ve göz, ülkenin bir köşesine, bir kişinin yüzüne, bir yerin taşına, toprağına takılı kalıyor… GÜROL TONBUL
Kitabınızdan bir hikaye ile yazımı noktalıyorum sayın hocam.
KİLİS'İN KÖRLER ÇARŞISI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN İLK ZAMANLARINDA, ÇOK CİDDİ YOKLUK VE İMKÂNSIZLIKLARA RAĞMEN, TÜM ÜLKE YÜZEYİNDE ÇOK BAŞARILI VE SIKI BİR TRAHOMLA MÜCADELE PROGRAMI YÜRÜTÜLEREK, BU HASTALIĞIN KÖKÜNÜN KAZINMASININ SAĞLANMASI, BAŞLI BAŞINA GENÇ CUMHURİYET’İN ÖNEMLİ BAŞARI ÖYKÜLERİNDEN BİRİSİ OLMUŞTUR.
Trahom, iki bin yıl öncesinin arkeoloji kayıtlarında ve Yunan hekimlerin yazıtlarında mevcut olan, insanlığın tanıdığı en eski hastalıklardan birisidir. Ayrıca, Çin ve Mısır papirüslerinde de trahoma ait kayıtlara rastlanmıştır. Trahom hastalığının tarihte en yaygın olduğu yer Nil Nehri vadisi olduğu için bu hastalığa “Mısır Göz Hastalığı” da deniyordu. Buna ek olarak, “göz uyuzu” gibi isimler de verilmişti. Trahom isminin kaynağı olan trachos sözcüğü pürtük anlamına gelir. Trahom hastalığında da özellikle üst kapak konjonktivasında başlayan kabartılı folliküller sonradan skarlaşır. Böylece, şiddetli gözyaşı yetersizliği, kapakların sürtünmesi ile korneanın tutulumu, damarlanma ve pannus diye anılan
bulanıklık gelişimi ortaya çıkar. Hasta acılar içinde görme kaybı yaşar ve genç yaşlardan itibaren toplumsal yaşamın ve çalışma ortamının dışında kalır. Trahom hastalığına neden olan Chlamydia Trachomatis, Ludwig Halberstaedter ve Stanislaus Von Prowazek adlı araştırmacılar tarafından 1909 yılında tanımlanmıştır. Tedavisi ise sonraki yıllarda antibiyotiklerin geliştirilmesi ile sağlanmıştır. Hastalığın bulaşmasında, hijyen yetersizliği, karasinekler ya da insanlar arasındaki direkt temas rol oynamaktadır. Trahom günümüzde
de birçok ülkenin önemli sağlık sorunlarından birisidir. 2002’de Dünya Sağlık Teşkilatı rakamlarına göre, dünyada 1,5 milyar trahom hastası vardı. Ancak, GET2020 programı ile trahom 2019 yılında 142 milyon düzeyine kadar geriletilmiştir.
TRAHOM ANADOLU TOPRAKLARINA YAYILIYOR
Anadolu topraklarında trahom hastalığının bu kadar yaygınlaşmasının esas nedeninin, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Kilis’i işgal etmesi olduğu söylenir. Kütahya’ya kadar ilerleyen ve neredeyse Osmanlı Hanedanı için ciddi bir tehdit halini alan bu işgalin ilk duraklarından birisi Kilis olmuştur. O yıllarda, Mısır’dan gelen askerler, trahom hastalığını Kilis’e getirmiş ve ahaliye bulaştırmıştı. Daha sonra hastalık Kilis’te yaygınlaşmıştı. Askerler, Kilis’te 1832-1839 arasında yedi sene kalmıştı. Bu işgal sonrasında ise Kilis’in bir daha iflah olmadığına inanıldı. Trahom hastalığı Kilis’ten tüm Anadolu’ya sıçramıştı. Anadolu da çok uzun yıllar trahomun eziyetini ve cefasını çekmiş, binlerce insan bir türlü önü alınamayan bu salgınlar karşısında çaresiz kalmıştır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, Kilis–Adıyaman hattında nüfusun ezici bir çoğunluğunda trahom bulunması ve görme kaybının çok yaygın olması, toplumun kendi içinde bazı önlemler almaya çalıştığını göstermektedir. Yine o dönemlerde, “Otacı” ismi verilen halk hekimlerinin yaptığı ilaçlarla tedaviler yapılmaya çalışılırdı. Bu doğrultuda, en yaygın kullanılan trahom tedavisi; bazı ot tohumlarının lohusa şekeriyle karıştırılıp ezilmesiyle toz haline getirilmesi ve tülbentten süzülerek göz kapağının altına konulup beklenmesiydi. Göz kapaklarının çevrilerek, lohusa şekerinin kanatılacak şekilde sürtülmesi veya göz kapaklarına tükürük konulup kapatılması da uygulanan tedavi yöntemleri arasındaydı.
HASTALAR TOPLUMA KAZANDIRILIYOR
Görmesini kaybeden çoğu genç, eğitim ve toplumsal faaliyetlerin dışında kaldıkları için toplum tarafından o zamanın rehabilitasyon usullerine göre yönlendirilmekteydi. Bu gençlerin çoğu, ünlü hafızların yanına verilirdi, Kur’anı ezberler, mevlit v ilahiler okumayı öğrenirdi. Trahom hastası gençler, doğumdan cenazeye, sünnetten mevlitlere kadar pek çok
günlerde, ezberlerinden okudukları metinlerle hem saygı görür hem de gelir temin ederdi. Sesi çok güzel olan ve müzik kulağı bulunan gençler hem eğiticilik görevi yaparlar hem de düğünlerde ve özel günlerde şarkı, türkü seslendirirlerdi. Bu durum, toplumun kendi içinde bulduğu ve görmesini kaybetmiş gençler için yarattığı olağanüstü bir rehabilitasyon ve topluma kazandırma uygulaması olarak görülebilir. Adıyaman bölgesi başta olmak üzere, hafızların hemen hepsinin görme engelli olması nedeni ile “kör hafız” lakabı yaygınlaşmıştı. Birisine “hafız” diye hitap edilmesi, onun görme engelli olduğunu da anlatırdı. Bu durum hem o kişinin engelini zikretmeyi önler, hem de sessiz bir pozitif ayrımcılığa işaret ederdi. Zira bu alan, sanki toplumsal uzlaşı ile görmesini kaybetmiş gençlere ve bireylere ayrılmış bir koruma alanıydı ve sanki görmesi iyi olanlara sessizce sınırlandırılmış; toplumun kendiliğinden yarattığı olağanüstü bir pozitif ayrımcılık uygulamasıydı.
TAKDİRE ŞAYAN YAŞAMA SAVAŞI
Kilis’te, geçmişte “Körler Çarşısı” olarak isimlendirilen ve Arasa Çarşısı’ndaki Alacacı Camii ile Bedesten arasındaki bölümde yer alan Zembilciler Pazarı’nda, görmesini kaybetmiş kişiler, toplu halde zembil üretirlerdi. Buradan geçenlerin anlattıklarına göre, görmesini kaybetmiş kişiler çok güzel sesleri ile seslendirdikleri şarkılar, türküler eşliğinde saz bitkisinden zembiller, şilifler ve urganlar yapardı. O dönemde, tarıma dayalı imalat sektörünün bir parçası olan görmesini kaybetmiş bu insanlar, yağ sanayinde kullanılan filtrelerden bahçelerde, hamamlarda ve külhanlarda kullanılan zembillere, kuyularda kullanılan urganlara kadar gerçekleştirdikleri üretimle sanayiye çok büyük katkı sağlamışlardı. Bir uzvunu yitirmiş bu insanların, topluma yük olmadan kendi imkânları içinde nasıl yaşama savaşı verdiğini hatırlamamız çok anlamlı ve önemlidir.
GENÇ CUMHURİYET’İN BAŞARI ÖYKÜSÜ
Osmanlı İmparatorluğu’nda Dâhiliye Nezareti’ne bağlı Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyesi’nin istatistik ve yayımlarında trahom kelimesine rastlanmamıştır. Oysa hastalık, Anadolu’ya yüzyıllar önce yerleşmiş, özellikle güney ve doğu illerinin halkını kasıp kavuran sosyal bir felaket halini almıştı.
Türkiye’de trahom hastalığından ilk önce, 1924 yılında, ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’nin Cumhuriyet İdaresi tarafından kurulmasıyla söz edilmeye başlandı ve aynı yıl trahomla mücadele etme kararı verildi. Yine o dönemin Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Dr. Refik Saydam, çeşitli vilayet hastanelerinin göz servislerinden konu ile ilgili bilgi almış, Ankara Numune Hastanesi Göz Doktoru Vefik Hüsnü Bulat’ı üç aylığına Güney Doğu Anadolu ve Orta Anadolu’ya tetkik yapması için göndermişti. Dr. Bulat bölgedeki okul, hapishane ve çarşılarda yapmış olduğu kısmi tarama ve inceleme sonucunu içeren raporu 1927 yılında Ankara’da toplanan II. Milli Türk Tıp Kongresi’nde sunmuştu. Kongrede Cerrahpaşa Hastanesi Göz Doktoru Hayri Hakkı, 1928 yılında konuya ilişkin görüşünü, “Esasen trahom bilhassa iptidai ve fena şartlarda yaşayan insanların hastalığıdır. Hayatları tarzı iptidai şekilden medeni şekle giren aileler de yavaş yavaş hastalıkların daha az vahamet göstereceği ve o ailenin neslinin tedricen trahomdan kurtarıldığı müşahede edilmiştir.” diyerek açıklamış ve trahomla mücadelenin sefaletle mücadele demek olduğunun altını çizmişti. 1930 yılında Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Refik Saydam, Urfa, Besni, Gaziantep, Maraş, Malatya, Mardin, Diyarbakır, Siirt, Cebelibereket, Adana, Muş ve Van’da trahoma hastalığının yoğun olarak görüldüğünü ifade etmişti. Saydam, bazı yerlerde halkın yüzde 90’ına yakınının bu hastalığa yakalandığını da belirtmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarında, çok ciddi yokluk ve imkansızlıklara rağmen, tüm ülke yüzeyinde çok başarılı ve sıkı bir trahomla mücadele programı yürüterek, bu hastalığın kökünün kazınmasının sağlanması, başlı başına Genç Cumhuriyet’in önemli başarı öykülerinden birisi olmuştur. Bazı bölgelerde yüzde 90’lık nüfus kesimini etkileyen, insanların ızdırap içinde, eğitim, toplumsal etkinlik ve ekonomik yaşamın dışında kalmasına yol açan trahom hastalığının bir salgın olmaktan çıkarılıp, kontrol altına alınıp, hızla ortadan kaldırılması, müthiş bir sağlık seferberliği ve başarısıdır. 1930’lu yıllarda, halk tarafından “devlet şişesi” olarak adlandırılan gümüş nitrat çözeltisini ve bilgilendirme broşürlerini tüm ülkeye ücretsiz dağıtan, bazı köylere sinema makinaları ve filmlerle eğitim veren, 16 trahom hastanesi ve 39 trahom dispanseri ile çok sayıda seyyar ekiple at sırtında dağ taş trahom tedavisi ve kontrol hizmeti üreten, bir yandan hızla sağlık personeli yetiştirip bir yandan muhtarlarla ve öğretmenlerle işbirliği yaparak inanılmaz bir salgın mücadelesi veren, Yıldız Sarayı’nın harem dairesini ve Boğaz’daki Beykoz Köşkü’nü bile trahomlu çocuklara tahsis eden genç Cumhuriyet Yönetimi, trahom savaşı konusunda inanılmazı başarmış ve dünyaya örnek olmuştur.
MİNNET DUYULMALI
Refik Saydam’dan Vefik Hüsnü Bulat’a, Hayri Hakkı’dan Niyazi Gözcü’ye, Nuri Fehmi’den Mahmut Işık, Saim Ali ve Mustafa Necati’ye kadar unutulmaz bir savaş veren yüzlerce sağlık ve eğitim görevlisine, bu alanda çaba ve emekleri için ne kadar minnet duysak azdır. Ama bu hususta en çok, Arap çöllerindeki mücadelesi sırasında bu hastalığı görüp, yarattığı yıkımı yakından yaşayan ve böyle bir sorunla baş etmeyi, kurduğu Cumhuriyet’in ilk işlerinden ve hedeflerinden birisi olarak ortaya koyan büyük önder "Mustafa Kemal Atatürk"e sonsuz minnettarlığımız olmalıdır.
Hocamızın diğer köşe yazılarını Ophthalmology Life Sitesinde okuyabilirsiniz.
52. TOD Ana Kongre'si, 13-18 Kasım 2018, Antalya.
(Türk Oftalmoloji Derneği Ana Kongre'sinden bir oturum anısı.)
Sayın Prof. Dr. Nilüfer Koçak, Prof. Dr. Gürsel Yılmaz, Doç. Dr. Sezin Akça Bayar ve Sayın Prof. Dr. Süleyman Kaynak
Prof. Dr. Süleyman Kaynak, Göz Hastalıkları Uzmanı, Yazar
Dokuz Eylül Üniversitesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir
Prof.Dr. Süleyman Kaynak, halen Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Kliniğinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eşi Dr.Tülin Kaynak da göz hastalıkları uzmanıdır. Birlikte kurdukları Retina Göz Merkezi 1996 yılından bu yana İzmir Alsancakta hastalara hizmet vermektedir. Tülin Kaynak ve Süleyman Kaynak ‘ın bir kız çocukları vardır ve Defne Kaynak Chicago SAIC Üniversitesine gitmektedir. Kitap kapak tasarımı Defne Kaynak'a aittir.
https://retina-gm.com/kadromuz/prof-dr-suleyman-kaynak/
Comments